19 Aralık 2011 Pazartesi

Analiz Edesim Geldi… İki Çift De Lafım Var…

Yaklaşık 5,5 aydır, şu sanal alemde katakulli çevirip duruyorum. Reyting kaygım olmadan başladım bu bloggerlığa… Ama gözünü sevdiğimin blogspotu… Öyle istatistikler veriyor ki, kendimi ara ara “Amanın da kimler kimler okumuş beni bu hafta?” şeklinde rakamlarla, grafiklerle oynaşırken buluyorum…

Nasıl yazıyorum?
Valla salonda… Işıklar loş... Genelde masada… Bol sigaralı ve de kimi zaman alkol destekli yazıyorum… Beni bilen bilir. Benim evimdeki o koca 106 ekran TV hiçççç açılmaz; dekor o zaten.J Dolayısıyla müzik destekli yazıyorum; her türünden her deminden hem de…

Fark ettim ki, komik yazılarımı sinirliyken yazıyorum. Yazıp yazıp, salak gibi gülüyorum. Sinirim geçiyor, omuzlarımdaki gerginlik azalıyor. Duygusala bağlayınca da öteki yazılarımı yazıyorum. Eğer, neşe-böceği modumdaysam da blog mlog yazmıyorum, havama bakıyorum... Sadece birkaç neşeli anımda, kendi kendimi “Ohhaa lann!!! Hakkaten blog sahibi bir kişiliğim.” diye gururlanırken gördüm aynada J. Olur öyle şuursuz anlar… Bünyede kötü durmuyor ama J

Katakulliyi kimler okuyor?
Öncelikle, her Türk ebeveyni gibi ilk ve en sıkı takipçilerim, annemle babam. Bu durum, bazen kendimi okul müsameresinde gibi hissetmeme yol açsa da seviyorum onların beni okumalarını. Babam genelde yorum yapmaz; ama annem müdahaleci hatun!!! Komik yazınca beğeniyor… Depresife bağlamışsam ya da yazım o kadar da komik değilse “Yeni yazıların baştakilerin tadını vermiyor.” falan diyor. Anne!!! Acı gerçeği kabullen, ben mizah yazarı değilim ki… Kafama göre takılıyorum işte J

Gelelim rakamlarla gerçeklere… Şu ana kadar Türkiye’den toplam 1058 takipçim olmuş. Ne yalan söyleyeyim, ben bu kadar beklemiyordum. Blogspotun yalancısıyım ben de J Ama beni asıl şaşırtan yurtdışından takipçiler. ABD’deki 31 kişinin birini biliyorum. Benim, daha blog yazmakla işim olmadığı zamanlarda takipçisi olduğum ve de sonrasında büyük şans eseri tanıştığım, canım arkadaşım Brüksel Lahanası. (http://bruksellahanasi.blogspot.com/) Ben bloggerlığı ondan öğrendim, öğreniyorum... Ama diğer 30 kişi kim??? Hadi, Almanya zaten yarı Türk diyorum. Ama mesela, Latvia’dan ve Danimarka’dan takip eden kişileri çok merak ediyorum yaaa… Zaten epi topu 5 kişiler. Valla, söz veriyorum, Türkiye’ye gelirlerse ellerimle kek, börek yapıcam onlara… Ama Azerbaycan üzüyor beni. Sadece 2 kişi mi yahu??? Yapmayın böyle!!! Şunun şurasında, dil kardeşiyiz J


Bi de blogspotun verdiği başka bir istatistik grubu var ki beni benden alıyor. Neymişşş??? İşletim Sistemlerine Göre Rakamlar!!! Bakıyorum, % 88 Windows kullanarak, %5 iPhone kullanarak okumuş beni. Ne işime yarıyor bu bilgi??? En fazla “Şu yakışıklı çocuğun beni okuyor olma ihtimali %95’ten fazla olamaz, çünkü iPhone’u yok” gibisinden geri zekalı bir sonuca varabilirim.J

Hele bir de tarayıcılara göre istatistikler var ki… Akıllara ziyan… Vallahi sözüm blogspotçulara… Boşuna emek harcamayın benim için. Bana ne, okuyan Chrome mu kullanmış, Explorer mı? Firefox kullanıcıları benim gözümde daha karizmatik değil ki!!!

Kimliğim gizli diye orda burada açıklamıyorum güya... Ama arkadaş çevremden bilenler var Katakulli Perisi’nin ben olduğumu... Bazılarına da ara ara “Okuyo musun yazdıklarımı?” diye soruyorum… Daha doğrusu soruyordum… Bi tanesi öyle bir cevap verdi ki artık sormuyorum... “Okumuyorum.. Ben sınav olmıycaaam şeyi okumam!” dedi. İçimden “Ohaaa!!” dedim ama yapacak bişey yok. O kadar kültür, kişisel gelişim ziv ziv ziv konuları ile sarmalanmış, ama sınav olmıycaksa okumuyormuş!!! (Okumuyor ya şimdi… Rahat rahat yazıyorum şu an JJJ) Dedim ki, ya bu adam hakikaten Tan gazetesi kapatıldıktan sonra “Türk basını bitti” diyebilecek kadar yoz biri… Ya da benim yazdıklarımdan zerre zevk almayan (ki bunu çok doğal karşılardım), ama bunu benin yüzüne söyleyemeyecek kadar ezik… Amaaan her ikisinde de çiz üstünü gitsin. O gün kendime geldim… Sormuyorum artık!!!

Haaa!!! Bir de yazılarımı e-posta yoluyla takip edenlere bişey diycem… Hani şimdi siz yazıları e-postadan okuyorsunuz ya… Ben baktım… E-postaya gelen yazılarda, resimler tam çıkmıyor. Ama ben o resimleri seçmek ya da çizmek için de saatlerimi harcıyorum!!! Yazık değil mi emeğime!!! (Artiz kaprisi yaptığımı fark ederek hemen, minnoş kedicik bakışlarıma geri dönüyorum burda J) Ne olur yazı çıkınca blog sayfasındaki tasarımıma da bakınnnn... Lütfen amaaa J Valla çok mutlu olurummmm J J J

Blog niçin yazılır?
Sanat sanat içindir…
Yok yok…
Sanat halk içindir…
Yemişim hepsini…
Blog benim kendim içindir!!!

24 Kasım 2011 Perşembe

Siyah, Deri, Topuklu Bir Ayakkabı İstiyorum

Alışveriş merkezlerini sevemedim gitti. Otoparkına girerken afakanlar basmaya başlıyor daha. Zaten alışveriş hastası da değilim. Hatta bazen bendeki özellikleri şöyle alt alta yazınca “Keşke erkek olsaydım, süpppper bi herif olurmuşum.” diyorum. Alışveriş sevmem… Romantizm yerine karnımı tuta tuta gülmeyi tercih ederim... Sabahlara kadar bira içerek bilgisayar oynayabilirim. (Dur bu maskülen narsizmimi başlı başına başka bir yazıda irdeleyeyim J)

Neyse efendim... Dediğim gibi, alışveriş yapmayı sevmiyorum. Ne market rafları arasında gezmeyi severim, ne de AVM podyumlarında cat-walk’dan hazzederim. Ama gel gör, 2 ay önce fark ettim ki, işe giyecek siyah bir topuklu ayakkabım yok!!!
Bu arada, bu derece alışveriş düşmanı birinin, dolaplar – hatta kilerler – dolusu ayakkabısı nasıl olabiliyor, o da ayrı bir muamma… Milletin bulgur-buğday koyduğu raflarda bile benim ayakkabı kutularım var. Gri üzeri lacivert yılan derisi kaplı yüksek topuklu… Turuncu babetler… Çorap çizmeler… Yaklaşık 20 çift, alçağından yükseğine, taşlısından güllüsüne parmak arası terlik… Bordonun birkaç tonunda çift çift ayakkabılar… vs.. vs.. vs… Ama ne yok?? Düz, siyah, deri, topuklu bir iş ayakkabım yok!!!
Yaklaşık 2 aydır her türlü zorlukla mücadele ettim. Evden çıkarken anti-depresanlarımı yutup AVM, AVM de gezdim… Alooooo!!!! Külkedisi’nin cam ayakkabısını aramıyorum. Ama bulamadım.
O çooookk bilindik markalara giriyorum. Hemen yanıma boyu kısa, gömleği dar satış görevlisi (tezgahtar deyince bozuluyolar) adamcık yaklaşıyor:
“Hoş geldiniz? Nası bişi bakmıştınız?”
“Siyah, deri, topuklu bir ayakkabı istiyorum.”
“Hmmmm…”
Ne hmmmm!!!! Arkadaşım!!! Saks mavisi üzerine, pembe puantiyeli çizmeler istemiyorum. Basit bir iş ayakkabısı istiyorum. Bildiğin, döpiyesin altına giyileninden… Ne hmmmm’lıyosun anlamıyorum ki???
“Hamfendi, bu sezon pek çalışmadık o modellerden.”
Eeee, tabi siz de haklısınız. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca o kadar çalıştınız ki aynı modelden, sıkıldınız tabii… Keşke, o ilk çalıştıklarınız deforme olmadan 10 yıl dayansa da ben de her sene bu siyah iş ayakkabısı derdine düşmesem… Di mi ama??
İlk mağazadan sonra hemen AVM’nin kapısına çık, yak bi sigara, başla duaya… “Allahım, sen büyüksün… Beni, ağzını yaya yaya konuşan, dar gömlekli bu topalak heriflerden koru. Ya da vazgeçtim; onları benim gazabımdan koru. Yoksa bu topalaklar, ben her siyah ayakkabı sorduğumda bu kadar şaşıracaklarsa, ben raftaki en sivri topuğu birinin anlının şakına geçireceğim bilmiş olasın. Haaa, bir de tüm kreasyonu kendi dizayn etmişler edasıyla, senin seçiminin ne kadddaarr banal, ne kadddarr sıradan bir seçim olduğunu ima ederek “Artık bizınıs dünyası için o kadar klasik tercihler pek yok” cümlesini sarf etti ya birisi… Yarabbim, beni, bir çift siyah ayakkabı için cennetten mahrum bırakma.. Aminnn”
Bir başka mağaza… Bir başka serüven…
“Merhabaaaaaaa, yardımcı olabilir miyim?”
“Siyah, deri, topuklu bir ayakkabı istiyorum.”
“Klasiklerden pek yok ama… Şu modeli bi denemek ister misiniz?”
Kesinlikle isteyebileceğim bir model değil ama bari iki dakika şu koltuğa oturayım da soluklanayım diye ilişiyorum koltuğa.
“Kaç numara giyiyoruz?”
Kılım bu “biz”li cümle kuranlara. Valla sizi bilemiycem ama ben 38 giyiyorum demek istiyorum… ama… demiyorum L
“38 lütfen”
“Aaaa, 38 kalmadı”
“Neden kalmadı, yeni sezon değil mi bu model?”
Bu arada dikkatini çekerim… Ben başta bu modeli hiç beğenmedim. Ama şimdi numarası falan yok ya... Birden kıymete biniyor. İçimdeki gerizekalı kadın için için fısıldıyor: “O ayakkabıyı istiyorum!!!”
“Evet, ama malum, yeni nesil 40 numara civarı giyiyor. Genelde 38 ve altı daha az üretiliyor artık…”
Bi dakka, bi dakka, bi dakkaaaa!!! Yeni nesil, iş ayakkabısı giyecek yaşa ve kıvama geldi mi???... Hem ben ne zaman eski nesil oldum yaaaa!!!
Ayakkabı amacıyla girip, ruhen yaşlandığım bu AVM’lerden hep mi elim boş döneceğim ben L
Bu hafta sonu, son bir taarruz da bulunup, Allahın unuttuğu bi yerdeki outlet bir AVM’ye gideceğim. Eğer orda da bulamazsam, Cinderella olarak üvey annemin yanına gidip yerleri silmeye, ahırı temizlemeye başlayacağım. Eeee… Elinde 38 numara, siyah, deri, topuklu bir ayakkabı ile bir prensin gelip beni bulması, daha olası gibi görünüyor galiba…

21 Kasım 2011 Pazartesi

Yazacak Çok Şeyim Vardı Ama Yazamaz Oldum

Kasvetinden sual olunmaz kış günleri geldi...
Herkeste bi depresyon, bi bunalım L
Bir iki taze aşığı da saymazsak, gülümseyen pek birileri kalmadı etrafta…
Yazacak konular birikiyor beynimde. Yarım yarım başlıyorum, yazıyorum. Dört beş satırda bırakır oldum her bir başlığı. Hepsine de bir kulp buldum bırakmak için. “Yok bu çok depresif olmuş”… “Yok bunu yazarsam arkadaşımın özelini ifşa etmiş olurum”... “Yok kıl!”… “Yok tüy!”...
Benim yazasım yok galiba! Benim konuşasım yok bu ara… Edilgen zamanlardayım. Ben parmağımı bile oynatmayayım, dünya hoplasın etrafımda...
Ben… bi süreliğine… bişey yapmak… is-te-mi-yo-rummmm!!!


2 Kasım 2011 Çarşamba

Elektriğe İman Ettim

İki IQ’su düşük şahıs – dişi ya da erkek fark etmez – aşkı meşki sorgularken, birinin ağzından mutlaka çıkıverir: “Ayyy ne biliyim yaaa.. Elektrik alamıyorum…” İfrit olurum bu deyişe!!! Ne biliyim… Saçma salak gelir, öyle ağzını yaya yaya “Elenktrink alamıyoomm” denmesi.
Hani, ne denir bunun yerine deseniz? Uyumlu değiliz… Yapılarımız farklı… Hatta bir Belgin Doruk repliği olarak “Zira ayrı dünyaların insanlarıyız, kuzum…” bile daha bi güzel gibi… gibi… gibi..ydi… gibiydi!!!
Ama bugünlerde görüyorum ki, uyumlu da olunsa; yapılar da benzeşse; eğitimler, kariyerler hatta zevkler de kesişse, elenktrink alamıyosan a-la-mı-yo-sunnnn J
Şimdi bir çift düşünelim; ilk kez bi yere yemeğe gidiliyor. Adam, ilk 5 dakikada gömleğine yemek döküyor (ki herkesin başına gelebilir). Ertesi gün, kızlar arası büyük değerlendirme toplantısında, iki türlü anlatılabilir bu basit olay.
OLAY 1 – SAHNE 1:
Eğer hanım kızımız bu adamdan hoşlanıyorsa;
“Ay yaaa.. Çok tatlıydı, bir görsen… Böyle eli ayağına dolaştı birden. Tam bana bişey anlatıyordu, ben de o anda gülümsedim… Gözü bana takıldı. Birden yemeğin sosunu üstüne döktü. Ay bi panik oldu, sorma… Bir yandan yanakları kızardı, bir yandan aceleyle ıslak mendile sarıldı… Nasıl şirin, nasıl şirin, anlatamam şeker!!!”
AYNI OLAY – SAHNE 2:
Yok, eğer elektrik akımı gerçekleşmemişse, aynı olay mutlaka (!) şöyle cereyan etmiştir J
“Ay geri zekâlı mıdır nedir… Daha kaşığı ağzına götürmekten aciz. Daha dakka bir, gol bir… Pat diye üstüne başına yemek döktü. İyice gerildi sonra. Bir eliyle mendili gömleğe sürtüyo, bi yandan salak salak garsondan medet umuyor. Garson ne yapsın sana??? Lekeyi de iyice sıvadı, batırdı senin anlıycağın… Aman bırak yaaa ne görüşücem bi daha!!!”
İşte inandım ve iman ettim artık. Var bu elektrik denen şey. 5-10 amper bişeyler uçuşmuyorsa havada, sebepsiz-sualsiz tiksinebiliyorsun karşındakinden. Ya da durduk yerde armudun birine kör kütük bağlanmak da var. Adına "elektrik" de, "çekim" de... Ne dersen de... Önemli olan ne kadar benzediğin değil; onun sende uyandırdığı duygu...

Ay bak bilemedim ki şimdi?? Nasıl dua etmeli? Allahım elektrikler sarsın dört bir yanımı desem, herhangi bir orangutanla dest-i izdivaç da olabilir... Ya da sana en benzeyenle aranızda elektrik olmazsa, evde bir orangutan besliyorsun hissi de oluşabilir... Ey Kozmoz, medet!!!

26 Ekim 2011 Çarşamba

Neşeli Günlük

Geçenlerde can arkadaşım anlattı. Çok küçükken yazdığı günlüğünü bulmuş. Küçük dediysem aklı eriyor… Eriyor ki günlük, günlük değil aşk romanı vesselamJ Onun ağzından anlatayım olayı:

“… Valla Katakulli Perisi, günlüğümü okudum, inanamadım. Her gün başka birine aşığım. Ama ölüyorum bitiyorum o gün o çocuk için. Sonraki sayfaya bi geçiyorum, bambaşka bir çocuğa aşığım. Ama dipten ve derinden… Ertesi gün, başka birine yanıp tutuşmalar… Her gün bir başkasını seviyorum ama ertesi gün adı sanı yok!!! Ama ne fark ettim biliyor musun? Ne kadar da mutluymuşum. Dert, tasa yok!!! Aşk acısı hiç yok!!!”

Bunu anlatan arkadaşım, akşam ofisten evine geldi… Mutfağa girdi, sebzeli et sote pişirdi (Çünkü diyet programına göre gece gündüz et yiyo J)… Kahvesini aldı, salona geçti, “Muhteşem Yüzyıl”ı seyrediyor… Aşk acısı mı? Çekiyor… Hem de bazı günler deli gibi L

Ben bu hikayeyi duyduğumdan beri düşünüyorum… Ne güzel günlerdi onlar diye. Ne aşk acısı, ne dünya gailesi… Ekmek elden su gölden… “Seviyom ben onu” deyi deyiverilen zamanlardaki şuur nasıl bir şuurdu yaaa… Ne güzeldi… Pamukşeker pembesi bir sabaha uyanmayalı ne kadar uzun zaman oldu?

Tamam!!! Zaten 30’lu yaşların dayanılmaz ağırlığı ile yanıp tutuşuyorum. Döndürün benim akıl yaşımı 12’lere. Her gün sabah ilk gördüğüm adama aşık olayım (iyi de o zaman yaşadı bizim kapıcı J J) Tüm gün salak salak, mutlu mutlu gezeyim. Akşam yazayım günlüğüme “Amanın da Sevgili Günlük… Bugün onu gördüm. Ne de güzel yakışmış pantolonu. Yanıma geldi “Günaydın!” dedi. Sanırım o da benden hoşlanıyooo…Allahım n’olur evlenelim.. n’oluuuur.. n’oooolluurrr!!!” diye…

Haa.. Tabii o şuursuzluk zamanlarında olduğu gibi ben, ofis koridorlarında yakalamaca oynayarak, onun üstüne su boca ederek aşkımı gösterirken; o da benim saçımı çeksin J Hatta kovalamacada beni öyle bi ittirsin ki, yüksek topuklularla yere kapaklanayım… Ağzım burnum şarampole yuvarlansın ki doruklarda bir aşk olsun bizimkisi J

Ama ertesi gün sabah gülümseyerek uyanayım ve neşeli günlükler yazayım…

14 Ekim 2011 Cuma

Terk Edebilmek Bu Kadar Zor Muydu?


Terk etmeye karar verdi. Artık toplayıp eşyaları, çıkma zamanı. Bu ilişkiyi bitirmemek için uzun zamandır gösterilen çabanın nafile kaldığı noktada olduğuna emin. Karşıdakinin, onun için neler hissettiğini tam anlayabiliyor denemez. Sanki seviyor gibi karşısındaki… Ama o sevmiyor artık…
Eymir'de Bir Akşamüstü

İşte, o en zor an geldi. Bin kez planlanmış, ancak bir kez bile gerçekleştirilememiş konuşma zamanı şimdi. Yüreği darala darala, kendince notlar alıyor. Neden ayrılmaları gerektiği konusunda nasıl ikna edecek onu? Kendini mi kötülese acaba “Benden çok daha iyilerine layıksın” falan diye… Ya da direkt saldırıya mı geçse “Senden çok daha iyisini hak ediyorum ben” şeklinde… İkisi de olmaz!!!  Ama anladı ki onda asıl kaygı yaratan, konuşmanın nasıl olacağı değil. Sonunda alınacak karar, onu endişelendiriyor. Sonunda ayrılmayı kabul etsin de… İsterse konuşma saçma sapan geçsin.. Çok mu önemli???

Ya kabul etmezse? Bir B planı var mı? Terk edilen, karşısındakinin onu terk etmek istediğini artık biliyor olacak. İşte bu, en kötüsü… Kabul etmezse, gidemezsin derse, gerçekten de gidemez mi acaba? Ağlar mı “Beni bırak, lütfen!!!” diye. Çok aşağılayıcı bir durum olmaz mı bu?

Bir daha onu asla görmeyecek olsa, ezik Türk filmlerindeki gibi bir mektup karalardı. Atardı sonuna da bir imza. Hatta, komik olsun diye bitişte “Hadi bana eyvallah!!” bile yazardı…

Anladı ki, bu ilişkide onu en çok boğan şey, yani “mecburiyet”, terk ederken bile yakasını bırakmıyor. Yine nazik davranmaya mecbur… Yine birilerini ikna etmeye mecbur… Son kez yapmaya mecbur olduklarını da yapıp artık yürümesi gerek… Tek bildiği bu…
[Terk etmeye hazırlanan biri ile konuştum dün. Katakulli Perisi olarak onun için çevirebileceğim hiçbir katakulli olmadığını fark ettim…]


4 Ekim 2011 Salı

Helenik Dünyada Bir Türk Kızı

Aklım çıkıyordu. Tek başına tatil için gidilecek bir ülke miydi acaba Yunanistan? Hem de bir Türk için??? Hem de bir bayan için??? Yaktım gemileri, çıktım yola… İyi ki de gitmişim. Ege’nin öte kıyısı, bana ne kadar da yakın, ne kadar da bendenmiş!!! Çıkılan her yolculuk, neyi özlediğini, neyi istemediğini gösterir adama. Neler neler gördüm orda J

Öncelikle, çok ilginçtir ki, iki ülkenin başkentleri arasında direkt uçuş yok. THY seferleri İstanbul; Pegasus seferleri ise İzmir çıkışlı. Ben İzmir’i tercih ettim. Allahım Ege’de ne kadar çok ada varmış!!! Ve hepsi de uçaktan bakınca, dergilerdeki fotoğraflar gibi turkuaz kıyılı adalar. Yaklaşık 50 dakikalık bir uçuştan sonra Elevtherios Venizelos Havalimanı’na varılıyor. Hem İzmir hem de Atina’nın en büyük avantajı, Avrupa şehirleri gibi her ikisinde de metronun havaalanlarının içine kadar gitmesi. Süper kolaylık!!!


Atina Sokakları…
"Ekmek Kadayıfı Kaymaklı" ve
"Şekerpare"nin Yunan alfabesi ile yazılışı

Atina sokaklarında gezerken, kendimi İzmir’de geziyor gibi hissettim. Şehrin semtleri, Plaka, Psiri, Kolonaki, Omonia vs yer yer İstanbul, yer yer de İzmir tadında – ki her ikisine de aşığım J Sokakta ilk gördüğüm, her yerde oynatılan Karagöz-Hacivat (onlarda bir de Baba Yorgo var). Hem oynatıyorlar hem de satışını yapıyorlar gölge karakterlerin. Dakika bir gol bir!!! “Ne oluyo yaaa!!” dedim birden. “Tamam bu tatil, Yunan arkadaşımla “yok dolma sizin, yok baklava bizim…”” kavgalarıyla geçecek.” L


Ardından sokak simitçileri dikkatimi çekti. Bayaaa bayaaa bizdeki gibi açıkta simit satıyor adamlar. Nerde hijyen?? Nerde AB Sağlık Kurulu?? Amaaaa… Bir şey var kiiiii ilk günden beni benden aldı. Atina’da suya para vermiyorsunuz!!! Restoranın lükslüğüne göre, şişede ya da sürahide buzla su getiriyorlar; ama, şişede bile olsa hesaba yazmıyorlar. Arkadaşıma sordum, “Suya para verilmez bizde.” dedi. Doğal kaynakmış. Tabii bizim ülkemizde 2 hidrojenle 1 oksijeni laboratuarda birleştirdiğimizden, işçilik parası alıyoruz. Yoksa bizde de su bol olsa, her taşın altından bir pınar çıksa veya ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili olsa biz de para almazdık J J J

Ben ki, evde yaptığım frappelerle herkesin gönlünü fethetmiş bir kişiyim… Benim de kalbim bir frappe ile fethedilebilirmiş ilk dakikadan itibaren!!! 4 günde kaç frappe içtim? Hatırlamıyorum, 1-2 kova içmişimdir J Türkiye Cafeciler Federasyonu’na sesleniyorum buradan (tabii ki böyle bir federasyon yok J) Kaldırın menülerden frappeleri. Yaptığınız frappe değil soğuk kahve… Bi kere frappe siparişini verirken az şekerli, orta şekerli vs dışında süt ayarını da bildirmeniz gerekiyor. Benim favorim orta şekerli – orta sütlü. Zaten yabancı olduğunuzu anlayınca, yanında ilave süt de getiriyorlar. Ama anladığım kadarıyla frappeyi farklı kılan keçi sütü. Yaşasın keçiler!!!  
   
Tavsiyem, otelinizin Syntagma Meydanı’na yakın bir yerde olması. Çünkü şehirde gezilecek her şey, her yer Syntagma’ya yürüme mesafesinde. Zaten Parlamento Binası ve Meçhul Asker Anıtı da Syntagma Meydanı’nda. Zeus Tapınağı’na ve antik Atina şehrinin giriş kapısı olan Adrianos Kapısı’na çok yakın bir mesafede. Hemen az bir yürüyüşle Zappeion’a uğramak lazım; demokrasinin ilk merkezi. Aristo’nun, halkın sesi olduğu halk meclisi binası Zappeion. Halen, Yunan politikacıları önemli açıklamalarını, basın toplantılarını mutlaka Zappeion’da yapıyorlarmış. Az ileride Panathenaic Stadyumu, 1896 yılında, modern anlamda ilk olimpik oyunların düzenlendiği stadyum.

Ama şehrin büyük sıkıntılarından biri de akın akın gelen kaçak göçmenler. Meydanlarda buzuki ve baglama (bağlama değil, baglama… küçücük bir telli saz) çalan ve acayip güzel şarkılar söyleyenler de göçmenler… Ulusal Park’taki göldeki ördekleri pişirip yiyenler de göçmenler… Açık hava bir mekanda yemek yemeye ya da bişeyler içmeye oturduğunuzda, gelip dilenen göçmenlerden kendinizi alabilirseniz, süper ambiyans var her yerde…

Ama Akropolis apayrı bir şey… Şehrin tam göbeğinde bir tepede, tüm heybetiyle yükseliyor. Zaten “akro” “en üst, uç nokta”, “polis” de “şehir” demekmiş. Gün batımı ayrı güzel, gün doğumu ayrı güzel… Hele bir de gece çöküp de ışıklarını yaktı mı… Tanrıça tacı gibi duruyor Atina’nın saçlarında…

Ama Akropolis, yaklaşık 10-15 yıldır (belki de daha fazla) tadilatta. Akropolis’i geriden seyrederken pek fark etmiyorsunuz; ama, yakınlaştıkça demir iskeletler, tahtalar, ortaya yığılmış taşlar, kirli bir görüntü veriyor. Ama olsun… Şimdi estetik operasyon geçiriyor Akropoliscim. Güzellik operasyonuna almış onu doktorlar. İyi olucak yakında. (Atinalılara göre bir 10 senesi daha var bu rekonstrüksyonun L )


Sirtaki Zamanı…

Plaka
Eeee… Atina’lara kadar gidilir de sirtaki yapmadan gelinir mi? Tabii ki uzonun dibine vurulacak ve de tüm kurtlar dökülecek J Amannnn!!! Atina’da dikkat etmek gerekiyor. Tavernalar merkezi Plaka. Plaka sokaklarında gezerken, kapısında çığırtkan böğüren tavernalara itibar etmemek lazım. Hemen hepsi birer turistik facia. Yunan arkadaşım sayesinde merdivenli bir sokaktan çıkarak, gerçek bir Yunan tavernasına gittik. Akropolis’in eteklerinde, muhteşem teraslarda, onlarca taverna var burada.

Zaten tavernaya 23.00’ten sonra gidip sabah 05.00 civarında çıkıyor yerli halk. Yaş ortalaması 40-45 civarı. Benim Türk olduğumu, ben sirtaki yaparken her nasıl anladılarsa, jest yaptılar. “Argile” diye bir şarkıyı benim için söyledi şarkıcı (bizim Yedikule Zindanı şarkısı) ve beni sahneye davet etti. Kendimi bi tuhaf hissettim J Arkadaşımın da bana eşlik etmesini istedim. Ama yaşlı bir bey onu durdu, Yunanca bişeyler söyledi. Sonradan arkadaşım bana anlattı.


Meğer adam, arkadaşıma, “Bak… O, bizim geleneklerimizi bilmiyor ama sen biliyorsun. Bu, onun şarkısı, onun dansı… Lütfen saygı göster ve sahneyi ona bırak.” demiş. Gece boyu, buna benzer bir sürü gelenek öğrendim. Yaşları 20 civarı olan gençler, saygılarından dolayı sirtaki yapmaya kalkmıyorlardı. Nedenini sorduğumda “Onlar daha genç… 3-5 sene sonra ancak gerçekten eğlenme adabını öğrenirler ve o zaman sirtaki yaparlar…” dedi arkadaşım. Adap, gelenek, görenek… Nasıl da güzel şeylerdi… O gece tekrar hatırladım…


İki kişi yaklaşık – bizim deyimimizle – bir büyük devirdikten sonra, midemizde Bekri Meze (Sarhoş Yemeği), Kefaloutiri Saganaki (Kızarmış Tulum Peyniri), Tavuk Souvlaki (Tavuk Şiş), Thzaziki (Cacık) gibi bir sürü mutfak harikası ile sabaha karşı ayrıldık tavernadan.

Öte Ege Kıyıları…

Veee… Ege’nin öte kıyısında deniz suyu sıcaklığına da bakıldı tabii… Pire (yani Piraeus), Ege kıyısında bir şehir. Öncelikle güzzzelll bi kahvaltı sonrası denize girildi tabii ki. Bu arada, Yunanistan’da kahvaltıya verilen para, mükellef bir akşam yemeği tutarında. Neden bilmem ama kahvaltı cidden pahalı. Zaten Avrupa’nın herhangi bir noktasında bizim gibi zeytinle, peynirle, domatesle kahvaltı edilen başka bi ülke de görmemiştim J

Kahvaltı sonrası, yandaki kilisedeki kalabalığı görünce, daldık içeri... Çok şanslıydım ki bir “ad verme” törenine denk geldim. Ortodoks kiliseleri, Katolik kiliselerine kıyasla daha mütevazi… Yani, mimari adına pek bir sanat aşkı olduğu söylenemez. Bildiğimiz taş duvar içine, halim selim ibadethane yapıyorlar. Ad verme törenine gelince…

Bunlar bebek doğunca, 6 aylık olana kadar bebeğe “bebek” diyorlar J Ondan sonra, bizdeki kirveliğe benzeyen bir müessese giriyor işin içine… Bebeğin ebeveynlerinin çok yakın bir arkadaşı, bebeğe ad verdikten sonra artıkın bebeğe Yorgo, Sofie vs afili bi isim veriyorlar. Bir de çok ilginç bi şey öğrendim… Bir yetişkin, hayatında ilk kez bir erkek bebeğe ad verdiyse, ömrünün geri kalanında hep erkek bebeklere ad verebilir. Yani, bi kere kız bebeğe isim koyan da ondan sonra sadece kızlara ad verebiliyor… Sebebi de ad babası, artık o bebeğin “baba”sı sayılıyor… Dolayısıyla tüm ad verdiği bebekler de “kardeş” sayılıyor. Günün birinde ad babaları aynı kişi olan insanlar evlenmeye kalkarlarsa, kardeşler evlenemeyeceğinden, bu şekilde bir kural koymuşlar. Ad verme töreninde bebek, vaftiz de ediliyor. Sonra bizdeki nikah törenleri gibi kapıda şeker dağıtıyorlar. Ondan sonra da gelsin yemekler… gelsin uzolar… gelsin sirtakiler… Hopppaaa!!!

Ad verme törenine korsan katılışımızdan sonra, artık deniz suyunun tuzuna bakma zamanı geldi J Kavouri Plajı’na gidildi. Kıyıdaki onlarca adacık arasında yüzüldü, serinlendi. Adadan adaya yüzmek pek de bi zevkliymiş. Zaten açılıyosun… açılıyosun… Tam boyu geçecekken hadi hooooppp bi daha sığlaşıyor su… Neden??? Çünkü, artık öteki adanın kıyılarına vardın. Su güzel, plaj güzel… Aynı bizdeki gibi. Hatta sahildeki haşlanmış mısır satanından, korsan CD satanına kadar aynı J Bizde olmayan bi şey gördüm orda: Uzakdoğu’dan her nasılsa kaçak gelmiş ablalar, sahilde 8-10 €’ya masaj yapıyorlar. Bildiğin seyyar masözler var yani. Ama şimdi gaza gelip de mistik görüntüler hayal etmeyin… Bikinisi göbeğinin katları arasında kaybolmuş, yağ tulumu teyzeler, şezlong üzerinde mıncıklatıyorlar kendilerini o kızlara… Resmen çekik gözlü hemcinslerim açısından insan hakları ihlali J

Atina’ya dönüş yolunda Olympiakos futbol takımının stadyumunu da gördüm. Ama bunun hikayesini anlatmadan geçemiycem… Malumunuz Olympiakos ve Panathinaikos, bizdeki Fener ve Cimbom rekabeti tadında (hatta daha da feci) iki düşman takım… Arkadaşımın anlattığına göre Olympiakos Stadı’nda her bir takımın taraftarları için ayrılmış bir kapı var. Atıyorum, AEK Athens taraftarları Kapı 3’ten giriyor, Aris taraftarları Kapı 22’den… Panathinaikos taraftarları için ayrılmış kapı da Kapı 13. Ama stadyumdaki kapılar, sırasıyla 1’den başlıyor ve devam ediyor: 8, 9, 10, 11, 12 ve 14... Yani kağıt üzerinde, 13 numaralı kapı Panathinaikos taraftarlarına ayrılmış; ama, stadyumda öyle bir kapı yok J Aynı şeyi Panathinaikos Stadyumu’nda da Olympiakoslular için yapmışlar tabii ki… Ben arkadaşımdan ötürü artık bir “gavrina”yım. Yani bayan Olympiakos taraftarı… Ah bir de Türkiye’de maç seyrediyor olsam içim yanmıycak J

Samos Adası…

Atina’sı Pire’si derken, bir küçük kaçamak da Samos (Sisam) Adası’na… Taaa Atinalara kadar gidemem diyenlere hemen bir tavsiye: Kuşadası’ndan, sabah 09.30 gemisiyle, 1,5 saatlik bir yolculukla Samos Adası’na geçebilirsiniz. 40 €’luk bir gidiş-dönüş bileti, 15 TL’lık yurtdışı çıkış harcıyla hoooppp Yunanistan’dasınız!!! Tabii yeşil pasaportu olanlar yaşadı. Çünkü günübirlik olsa bile lacivert pasaporta vize istiyorlar.

Samos, büyük bir ada. En büyük şehri Vathi. Ama ben Pythagorio’yu tavsiye ederim. Vathi’nin şehir meydanından kalkan halk otobüsleriyle, kişi başı 1.70 € karşılığında, 20 dakikalık bir yolculukla, ünlü matematikçi Pisagor’un doğduğu şehre gidilmeli. Öğlen yemeği için tavsiyem, El Coral. Marina tarafında denizin hemen kıyısındaki restoranlardan biri. Sahibi Nikos, inanılmaz cana yakın ve cömert... Tabii artık daha fazla yemeklerinin güzelliğinden falan bahsederek içinizi baymıycam J

Ama Pythagorio’ya gittiğinizde, kendinize bir tane Pisagor’un icat ettiği “Kendini Bil” kadehinden almayı ihmal etmeyin.

Döndüğümden beri helenik kültürün etkisindeyim.... Benim kankalar, tiksindiler artık Yunan şarkılarımdan… Uzoya boğdum kendimi… Yolda yürürken bile sirtaki adımlarıyla yürüyorum… Eeeee, artık Yunan hükümeti de bana bi kıyak yapar herhalde… Ne bileyim artık… Bi şehrin altın anahtarı olsa fena olmaz yaaaaniiii J



12 Eylül 2011 Pazartesi

Yazlıkçılık Ne Büyük Nimetmiş

Biliyorum, uzun zaman oldu yazmayalı. Bir sürü de şikâyet aldım:“Tatildeyiz.. Yazsana bişeyler, okuyalım!” diye. Artan reytinglerin sonucunda havalara girip de “Ay ne bileyim ilham gelmedi. Buhranlı zamanlarımda yazamıyorum. Kendi içimde bir kısır döngüye girdim.” falan demek geliyor içimden ama.. Cıkkkkk!!! Bildiğin sıradan bir kadınım ben... Basbayağı ben de tatildeydim. 9 günlük bayram tatili, herkesle beraber benim de kanımı kaynattı. Öncesinde hazırlık koşturmacası. Ondan sonra da gelsin tatil. Vurdum kendimi yollara.

Aslında tatilde daha da güzel yazılır. Yazılır ammaaaa… Ben bu sene bambaşka bir şeye tutuldum. Yazlıkçılık girdi kanıma. Afyon gibi bir şeymiş be kuzum. Yıllardır şikâyet edip “Amaannn o ne yaa öyle! Tosbik gibi ağır bir hayat!” dediğim, burun kıvırdığım yazlığın bilindik kuytularına daldım; bir daha da çıkamadım.

Yıllar yılı benim için tatil demek, ya daha öncen görmediğim bilmediğim yerlerde gezmek ya da gündüz beachlerde gece de eller havada sürekli hareket demekti. Ebeveynlerin gönlü olsun diye ilk 3 gün bi uğrardım yazlığa. Ondan sonrası Allah kerim J

İşte bu sene ne olduysa oldu. Meğer yazlık olayı ne büyük bir nimetmiş de bunca yıl fark edememişim!!!

Bi kere, yazlıktaysan sabah güne sakin başlıyorsun. 5 yıldızlı otellerdeki sabah uyanır uyanmaz “Koş, havuzdaki şezlonga bir havlu at; koş, plajın ordakine de bi tane fırlat” derdi burada yok. Kahvaltı için masa da kapmıyorsun. Taraçada bir masa var; o da senin zaten. Önce gidersin, sabah yüzünü denizde yıkarsın. Tabii bu, benim gibi güne erken başlamayı sevenler için. Yoksa saat 12.00’ye kadar döne döne uyu J



Sonrasında kendine, butik otellerin ballandıra ballandıra ayyuka çıkardıkları “organik köy kahvaltısı”nı hazırlarsın. Nedir yani!!! Bildiğin tulum peyniri, kaşar, kaymak, bal, reçel çeşitlerinin yanına 2 yumurta kırarlar. Hatta yazlığın arka bahçesindeki ottan çöpten de yıkadın mı? Masada gördüğün ve tatlı olmayan her şeyin üzerine de zeytinyağını boca et. Al sana detokslu metokslu, organik ve eksantrik köy kahvaltısı!!!

Kahvaltı üzeri Türk kahvesi olmazsa olmaz. Günün anlamı o kahvenin telvesinde saklı.

Arkasından kendini kumara verirsin. Halk dilinde “fayans döşeme” ya da “taş dizme” de denen okey, tüm yazlıkçıların büyük eğlencesi, sabah sporu. Kahvaltı sonrası ne yapacaksın ki? 10 senedir bildiğin site içinde yürüyüşe mi çıkacaksın? En fazla göreceğin değişiklik, yandaki komşuların renk değiştiren ferfojeleri ya da tuğlaları sökülüp kayrak taşı döşenmiş duvarı… Ne gerek var şeker! Otur ıstakanın başına. Bekle bakalım gösterge mi gelecek, okey mi vuracaksın? Hatta kimi zaman, bu oyun bana agresif iş dünyasındaki katakullileri hatırlatıyor. Eşinle gizli kapaklı numaralar çevir; elin tamam ama ya okey gelirse diye risk al falan filan işte. Sen daha üç taşı yan yana dizememişken karşındaki göbeğini sallaya sallaya oyunu bitirir. Hayatın ta kendisi, daha ne istiyosun ki?

Öğleden sonra al eline bi gazete, kitap vesaire; at kendini yine sahilde bi şezlonga. Bu site plajı olayı, korkunç bir rahatlık. Beach clublardaki gibi bir moda defilesi olmaması yeter bi kere. Yıllardır anlamadım gitti. Benim annem, küçüklüğümden beri plajda bana bikini değiştirtir. Ama sebep hiç de öyle estetik kaygısı falan değil. “Aman kızım ıslak mayo karnını ağrıtır”. İşte bütün konsept bu! Biri üstümde, biri çantamda, epi topu 2 bikini neyine yetmiyor? Ama o sosyetik plajlarda güneşlenirken, yanımdaki hatun 12. bikinisini ve de ona uygun pareosunu değiştirirken, ben kendimi iş yerinde 1 aydır aynı takım elbiseyi her gün giyen biri gibi hissediyorum. O değiştirdikçe, ben için için yaşlanıyorum yattığım yerde. Tamam, etrafımdakilerin benden kat be kat dikkat çekmesine dayanamam zaten. Benim o kadar mayo çeşidim yoksa yanımda ben ne yapayım??? Bikinimin üstünü altıma bağlayıp, altını da kafama mı geçireyim değişik model gibi görünsün diye!!!

Ha, bir de şu takıcı dükkânı gibi denize giren hatunlara da hastayım. O hatunlar saçları ıslanmasın diye boyu geçmezler ya denizde… Onun ikinci sebebi de boyunlarındaki ve kulaklarındaki ağırlıklardan dolayı, açıklarda dibe çökmekten korkuyorlar bence J

İşte, yazlık civarındaki plajlarda bunların hiiiiç biri yok anacım. Zaten etrafın, selüliti mutasyona uğramış ahtapot şekilli teyzelerle dolu. Karizmatik güneşlenicem diye bi gerginliğe gerek yok. Yazlıktakilerin yaş ortalaması 50 civarı. Ortamdaki gençler de kendi anne babalarının yanında, senden beş beter bir moddalar zaten. Salmış bir gençler güruhunun içinde, herkes göbeğini içine çekmemenin huzuru ile elindeki bira-patates ikilisiyle haşır neşir.

İşte ondan sonra güneşi denizde batırdın diyelim – ki bu benim en sevdiğim şey J Akşam güneş batarken güneşe doğru yüzmek, bende terapi etkisi yaratıyor. Ritmik bir şekilde güneşe gidiyorum… Seansı 250 TL olan terapistlere inat, ruhumu yıkıyorum ben o dalıp çıkmalarda.
Akşamcı dostlar buraya!!! Akşam mangalı yanacak şimdi. Izgaraya dizilen levrekler, çipuralar dumanını sala sala ebedi istirahata çekilmişlerken, sen de ufak ufak koy rakını kadehine. Aç bir yanda İncesaz’ı… “Kalbim seni özleeerrr.. Yollarını gööözlerrr… Nerde verdiğin sözlerrrr… Niçin neden gelmedinnn…”

Birinci gün sıkılmadınız, ikinci gün sıkılmadınız… Dört.. Beş… İşte ben bu sefer hiiç sıkılmadım. Bir Bezgin Bekir oldum çıktım. Akşamları eller havaya yerine sessiz sakin akşamları da sevdim. Şortumla tişörtümün renk uyumu da aklımın ucundan geçmedi. Bir parmak arası terlikle 1 hafta da pek ala geçebiliyormuş. Pazara gidip o domatesi, bu biberi mıncıklamak da güzelmiş be. Hatta ben bahçe-toprak işlerinden hoşlanmıyorum. Ha bir de onu bunu yetiştiricem deyip de her gün biberin boyu bilmem kaç cm uzamış ona da bakarsan daha bi zevkli(ymişşş)…
Allahım!!! Sanırım yaşlanıyorum L Yazlıkçılık ruhumu dinlendiriyor, zevk alıyorum!!! Ben bu gidişle 60-65’imde içlik don da giyerim. (Amaannn o ne yaa öyle! Tosbik gibi!!!)