23 Ağustos 2011 Salı

Kamber’in Kulakları Çınlasın

Evlilik konusunda özellikle erkeklerden aldığım 10’larca “Ya Katakulli, ayıp ediyosun ama!!! Eee, beni yazmışsın!!!” tepkilerinden sonra anladım ki, şu caaanım yaz günlerinde düğün-dernek yazıları pek bir itibar görüyor J

Bu arada Katakulli Perisi’nin reytingleri patlamışşş!!! (Bir gün istatistikleri de yayımlayacağım isim vermeden, hep beraber güleriz J) Allah Facebook’unda paylaşandan, tıklayıp okuyandan ve de arkadaş sohbetlerinde iki lafın arasına sıkıştırarak reklamımı yapandan gani gani razı olsun Bu işi reyting için mi yapıyorum???? Asla!!! Ama Google’da ilk sıraya yerleşmek de güzelmiş doğrusu Heheheee J

Neyse efendim konuyu dağıtmayalım. Aslında düğün-dernek meselesi epeydir kafamdaydı... Yazacak bir sürü şey bulmuştum. Ama bir arkadaşımın (Kod adı Gürz) yazılarım hakkında attığı maille başlayan uzuuunnn yazışmamız sonucunda, bana konuyla ilgili kendi tespitlerini de gönderince dedim ki tamamdır… Hazır, konusu gelmişken sıcağı sıcağına bunu da bi mıncıklayalım J

Sünnet, evlilik fark etmez... Her düğünde demirbaş sadece Kamber değildir. Özellikle, düğün atlatmış olanlarınız varsa bilin ki, elinizdeki davetli listesinin bir kısmını aşağıdakilerle oluşturdunuz:

Vahşi Dedeler: Ortalama 80 yaşlarında olup düğünün başında önce yemeklerini tırtıklarlar. Herhangi bir halk türküsünde mırıldanmaya başlarlar. Hızlanan parçalarla birlikte, son 20 yıldır için için kin kustukları delikanlılara “taş çıkarma” zamanının geldiğini anlar ve sahneye fırlarlar. Tansiyonları tavan yapana kadar her yakaladıkları ile vahşice dans ederler. (En az 1 adet)

Oynak Cavitgiller: Orkestraya, 5. dakikadan itibaren “Göbek havası yok mu kardeşim?” diyen, kapı gıcırtısına oynayan ve çoğunlukla düğün başlamadan demlenmeye başlamış amcalardır. Orta yaştadırlar. Gecenin sonunda hepsi birer Adnan Şenses’tir. Ceket belde, mendil elde, hoytaraaaa!!!! (En az iki adet)

Huriye Hanımgiller: Başörtülü yaşlı teyzelerdir. Sağlam dedikodu yaparlar. “Kim, ne taktı”yı sıkı takip ederler. Herkesten önce gelirler. Çantalarını kucaklarından bırakmazlar. Stratejik öneme sahip, görüşü iyi yere oturtulmazlarsa arızaya bağlarlar. (Taraf başına minimum 2’şer adet)

Sündürücü Teyze: Ankaralı Turgut ya da Lady Gaga çalması fark etmez. Sanki biri düğünden önce “Aman ha!! Düğünün eğlencesi senden sorulur. Herkesler dans edecek unutma!” diye talimat vermiş gibidir. Masalar arasında dolaşırlar ve genç yaşlı herkesi sündürerek oynamaya kaldırmaya çalışırlar. Genç bayanlar “Teyze, beni çekiştirme çünkü oynamıycam... Hatta sen de oynama bence... Hanım hanımcık otur yerine!” demek isterlerrrrrrr... Ammma diyemezler... Yapmacık bir gülümseme ile morarmaya başlayan kolunuzu, ellerinden kurtarmak en akıllıcasıdır. (1 adet)

Korsan Fotocular: Fotoğraf çekmeyle kafayı bozmuş, “an”ı yaşayamayan şahıslardır. (Bir keresinde şarjı bittiğinde yedek pil getirmedi diye karısını haşlayanını bile gördüm.) Yaş ve sayı sınırı yoktur.

Salon Boncukları: Sahneye çıkacak gibi dekolte giymişlerdir. Makyaj hakimiyetini kaybetmiş, 15-70 yaş arası kadınlardır. Karikatür gibi durmaktadırlar. Genelde göbek atmayı pek becerirler. “Ben burdayım!! Ben burdayım!” diye bağıranın, elbiseleri mi yoksa cartttt pembe rujları mı olduğunda karar vermeye kalkmayın… Nafile çaba J (Birçok adet)

Felekçiler: Sınırsız içki ile gözleri “tam manasıyla” parlamış ve kaymış zombiler. (Ne kadar az, o kadar iyi)

Gaipten Gelen: Ne gelinin ne de damadın (ve bittabi sünnet çocuğunun) varlığından hiiiççç haberdar olmadığı 8. dereceden bir akraba. Özellikle tebrik esnasında, pek bir içten sarılırlar. Genelde geçmiş yılların acısını çıkarmak istercesine vakumlu öperler. İstisna da olsa tekrar tekrar öpücük sırasına girdikleri tecrübe ile sabittir J

Gelinimsiler: Geline çok benzeyen, muhtemelen arada sadece birkaç gen farkı olan, lakin çok daha güzel/etkileyici kız kardeş veya kuzen. Düğündeki gençlerin çekirdek çitleyerek seyrettikleri kişi, budur. (Ama şunu bilsin ki onun düğününde de aynı formatta ve ondan daha güzel biri mutlaka olacaktır J)

Ahhhh… Hemen bir düğüne gidesim, “Belleri kıralımmmm!!!” diye höyküre höyküre halay çekenlerin arasına katılasım geldi birden… Oğğğlaaannn biziiiiimm… Kııızzz biziiimmmm… Teyyyy teyyyy teyyyyyyyyyyyy!!!!

Gürz’e Not: Katkıların için çokkkk ama çoooookkk teşekkürler J

18 Ağustos 2011 Perşembe

Araf En Kötüsüdür… Kimse Bilmez...

Genel olarak nasıl birisiniz bilemem. Ama ben mutlu biriyimdir. Şakıyarak dolaşmaktan zevk alırım etrafta. Öyle çiçekler, böcekler falan bana fazla kızsal gelir ama sabah sabah ona buna laf atmaya bayılırım. Severim “morning-person” olmayan insanları dürtmeyi… Huzursuzlara huzur dağıtmak değil benim derdim. Huzursuz olduklarını idrak etsinler yeter J

Çevremdeki mutsuz insanları da öyle kabullenirim. Onları anladığım anlamına gelmez bu! Öyle kabul ederim işte.

Ama mutsuzların bilmediği bir şey var ki mutsuz olmaktan daha kötüsü, “araf”ta olmaktır. Ne mutlu ne de mutsuz olmaktır… Arada kalmaktır. O kadar hissetmezsin ki etrafı, olan biteni, akıp giden hayatı. Neler olduğunun farkındasındır ama nasıl olduklarını hissetmezsin. İçinde gram acı duymamaktır arafta olmak. Ruhen bitkisel hayat gibi bişey işte.

Mutsuz olmanın da mutlu olmanın da bir sebebi vardır. Arafın sebebi yoktur. Sebepsizlikten arafta kalır insan. Sabah uyanmak için bir sebebinin olmaması, içten içe hiçbir sabaha uyanmamaktır.

İnsan ilk anda anlayamaz arafta olduğunu. Optimistler kendini mutlu sanır, pesimistler de mutsuz… Araf, amacının olmaması demek değildir. Amacının olup da ona ulaşmanın anlamsız olması olabilir mesela.


Günlük rutin işlerini, birer işlem maddesi gibi teker teker tamamlarsın arafta. Ama ne karşına çıkan bir aksilik canını sıkar, ne de herhangi birinin sana yardım etmesi seni gülümsetir. Beklediğin birinin seni aramaması bile sinir yapmaz. Aramamışsa aramamıştır. Gözünün içi parıldamadan gülümsemendir araf. Ex-aşkını başkası ile sarmaş dolaş gördüğünde içinin hiç de burkulmamasıdır.

Sana verileni, sorgusuz sualsiz kabul etmendir araf. “Etken” değil de “edilgen” olmanın sana koymamasıdır. Herhangi bir sebeple “edilgen”den “etken” hale dönüştüğünde bile bunun sana haz vermemesidir.

Pis bişeydir arafta olmak. Mutsuz olmak bile daha iyidir. 


14 Ağustos 2011 Pazar

Bir Erkeğin Gözüyle Evlilik-2

Eveeet efendiiiiim nerde kalmıştık??? Hüsmen Dayı gelmişti en son ve bizim oğlan “Alllaaahhh çok şükürrrr” diye tevekküle vurmuştu kendini J

Günler günleri, aylar ayları kovalar. Evlilik kolpasına gelmiş (kolpaya gelmek!!! Allahımmm… bir kadın olarak böyle konuştuğum için çarpılıcam ve asla evlenemiycem galiba L.. töööbeee töbeeee) her erkeğin üçüncü gözü er geç aralanır. İş yemekleri, gece toplantıları falan zamanıdır bu anlar. Erkek erkeğe ama medeniyet yularının boyunda bağlı olduğu yemeklerde, bir gözü kendisinin sesi kısık telefonundadır. Bir gözü de diğer erkeklerin telefonlarında. “Allah allaaaahh.. Niye bu adamların cebi hiç çalmıyor? Bunların karılarının hiç mi midesi ağrımaz (!) evde bu iş yemekleri ile aynı saatlerde??? Dur ben de kendi cebimi çaktırmadan cebime sokayım da ikide bir gelen mesajlardan dolayı masaya muhabbet mezesi olmayayım…” tarzında mini çakallıklar baş gösterir. Dedim ya üçüncü gözleri açılır diye. İşte bir göz kendi telefonunda, ikinci göz masadaki diğer telefonlarda… Üçüncü göz nerde? Hah! İşte o da karşı masalarda J

Dudaklardan dökülenler, “yolunda gitmeyen projeler”, “Dolar-Euro paritesindeki değişikliğin faturalara yansıması” veya “şike operasyonundaki son gelişmeler” iken, bizimkinin iç sesi bambaşka telden çalmaktadır. Bir yandan gece 00.00’da balkabağına dönmeden eve varmanın iç sıkıntısı, bir yandan da masadaki “hesabı istesek mi beyler” diyen ilk adam olmama kaygısı ile önündeki tabakta kalan balık kılçıklarının arasındaki küçük et parçası olmak istemektedir. Masada, yemeğin sonuna doğru, çatalıyla kalan yemek artıklarından tabağının içinde heykel çalışmaları yapan kişi, bilin ki masanın en kılıbığıdır. (Daha hiççç ıskalamadım bu tahminimde J)

Amcam bana, “evliliklerde 5 ve 5’in katları yıllar, risk yıllarıdır” derdi. İşte bu çok doğru. Evliliğin bu güzel matematik yuvarlağı yıllarında, bizim oğlana da ara ara bir iç hesaplaşma gelir. Kimim ben? Ne yapıyorum? İşimi seviyor muyum? Evlilikten sıkıldım mı? Mühendisim ama aslında arkeoloji okusaydım daha mı iyiydi falan filan abbbuk-subbbuk bir sürü salak soru sorar kendine. İşte bu soruların kafaya düştüğü anda, ilk önce evliliğini sorgular. Durumun ne olduğunu anlayamayan ama bir tuhaflık olduğunun idrakinde olan karısı ise, eve geldiğinde “Aşkım beni seviyor musun?”, “Aşkım kilo mu aldım?” gibi bizimkinin pek (!) zevk aldığı konuları açınca, elde kumanda, zaping geceleri başlar evde.

Sağlam evliliklerde, bu zaping geceleri, ikisinin de zevk aldığı bir diziye takılma, ahşap boyama kurslarına beraber iştirak etme gibi zevksizlik abidesi “ortak” yaşam alanı yaratmalarla atlatılır. Hobiler, diziler bitmişse bilin ki iç sorgulama da bitmiş demektir. İçte sulh, yuvamda sulh devri başlamıştır J

Ancak ara ara da olsa çekiştirmeler, iç-dış değerlendirmeler asla bitmez. Özellikle evli erkek arkadaşlarla bir aradayken serzenişler ucundan kıyısından dökülür. “Aaaabiii yaaa!!! Hasta oluyorum. Ne zaman bişey bozulsa zırrtttt telefona sarılıp beni arıyo. Aşkım bilmem neyi tamir edebilir misin? Bir kere de eline sen tornavida al be kadın!!” nidaları ile kendinin artık her şeye koşturmaktan ne kadddarrrr bunaldığından dem vurur. (Tabii haklısın arkadaşım. Çünkü sen o kızı ilk bulduğunda, elinde tornavidayla apartmanın otomatını tamir ediyodu, di mi!!!)

Derkeeeeeeeeeen 40’lı yaşlara merdiven dayanııııııır…

Bundan sonrasını bilmiyorum. Benim yakinen tanıdığım erkekler 40’ından gün almamış olduklarından şimdilik sadece onları anlayabiliyorum J


9 Ağustos 2011 Salı

Bir Erkeğin Gözüyle Evlilik-1


20’li yaşlarda, salakların işidir evlilik. Etrafta bir sürü güzel hatun varken hele de!!! Tam paranı kazanmaya başlamışken (ki o zamanlar kazanılan para en iyi ihtimalle üniversite harçlığından biraz daha hallicedir), insan ne diye gitsin de sadece 1 kadına “Al hayatım, ayın 22 günü onun bunun ağzının kokusunu çektim. Sırf sen o çok beğendiğin çantaya 200 TL veresin diye..” desin ki??? Her yer çıtır kaynıyordur. Uzak ama çok uzak bir ihtimaldir evlilik 20’lerde…


İşe başlanır. Artık blucinlerin yerini lacivert takım elbise almıştır. Muhtemelen, dolapta sadece 4 adet, beyaz ve beyazın tonlarında gömlek vardır. Takımları 6 ayda bir kuru temizlemeye vermek gerekmektedir. Hatta koyu renkli olanların üzerine kahve, ketçap dökülmezse, 6 ay bile “titizlik” göstergesidir. İş yerinde nasıl da güzel kızlar vardır. Allahım hayat cennet!!!

Ötelenen askerlik için hemen mastera falan başvurulur. Hem neresi kötü ki eğitimin? İlerde kariyerde de işe yarayan bişey. Ayrıca hatunlarla tanışmak için o cafe senin bu cafe benim volta atmaya gerek kalmaz belki. (Dikkatini çekerim… Hala kızlarla tanışmak, hatun düşürmek vs. planlamaları var kafada J) Evlilik konusu daha dayatılmamıştır oğlan-annesi tarafından.

Yaş 30’lara doğru yaklaştıkça, etrafta birer ikişer çiftler türemeye başlar. 2 ay önce evde birlikte Playstation oynadığı, birayı içtikten sonra kutusunu kafasına atan arkadaşı, iş çıkışı aramalarında hemen cep telefonuna cevap ver(e)memeye başlamıştır. O bıçkın delikanlılar, birer ikişer “agucuk-gugucuk” konuşmaya başlar. Bu işte bi terslik vardır!?!?

Herhangi bir akşam, oğlan-annesinin “Cevriye Teyzen bugün davetiye getirdi. Çağatay’ın düğünü var haftaya” şeklinde söze girişi, ilk dalgadır ve öncüdür. Ama bizim kuzucuk, henüz elinde telefon, Facebook’tan kızlara mesaj atmakla ve yorum yapmakla meşguldür.

Efendim lafı uzatmayayım. Her nereden denk geldiyse (üniversiteden eski bir arkadaş, bir arkadaşın arkadaşı, karşı ofiste çalışan finansçı kız ya da komşu Halime Teyze’nin torunu… Ne fark eder????) artık bir kız arkadaş vardır ve ilişki iyi gitmektedir. Özellikle, tüm diğer erkeklerin de birer kızı arkadaşı olması, bizim oğlanın ilişkisinin de “iyi” gitmesinde önemli rol oynamaktadır. Nasıl oynamasın şekerim? Sen bu kızdan ayrılırsan, diğer çiftlerdeki dişiler senden öyle bir soğurlar ki… Zaten hafta sonu organizasyonları, kendiliğinden “DAMSIZ GİRİLMEZ” formatına geçti bile çoktan. Nereye “tek deve” gibi geziyorsun???

Oğlan-annesi, yengeler vs. bir yandan gizli gizli ağlarını örmeye başlamışken, bizimkinin kız arkadaşı da yavaş yavaş domestik tavırlar takınmaya başlamış olabilir. Film seyrederken, senaryo gereği ortaya çıkan bir tek-taş yüzük, kızcağızın gözünde buğulanmalar yaratmaya başlamıştır. Başlamıştır ve bu da ikinci dalganın başladığına delalettir! Tabii kız-annesinin de “Eeeee, artık gezdiniz tozdunuz. Birbirinizi tanımışsınızdır. Uzatmanın alemi yok.” gibisinden cümleleri, çiftin sohbetlerinde satır aralarına girmiştir. İşte “ketenpereye gelmek” deyiminin lugata girdiği nokta burasıdır J


Şuurun kapandığı bir dönem başlamıştır. O güne kadar alay konusu yapılmış her türlü gelenek-görenek “normal” gelmese de bir bir yürürlüğe girmektedir. Hatta, damat adayı bilincini kaybetmiş bir şekilde, oğlan-annesi ile gelin-adayı arasında mekik dokumaktadır. Bir yandan kızın, bir yandan da kendi annesinin beyin yıkama operasyonları sonucu, bir ara, çamaşır suyuna yatırılmış gibi tertemizzzzz bir beyne sahip olduğu da söylenebilir J

Özellikle kız isteme, nişan bohçası, kına gecesi gibi her türlü organizasyon öncesi bir araya gelip sık sık kahve içen çiftimiz, (artık kafein depolamasından da kaynaklanıyor olabilir) asabiyet sınırlarını zorlamaktadır. Aslında erkek açısından bakıldığında, bir dervişin tekkeye kabulünden önceki “çile” dönemine bile benzetilebilir bu ara dönem. Korkma aslanım! Bu evreyi sabırla atlatabilirsen sen artık tam bir erkek sayılırsın J …… Sayılırsın daaaa….. Acaba ileride, tekkedeki çorbayı sevecek misin bakalım J



Düğün için salon ve menü pazarlıkları, gelinlik için provalar, balayı için değiştirilen bin bir fikir sonrasında artık “başlangıcın sonu” ya da “sonun başlangıcı” gelip çatmıştır. Bu evrede, IQ’su zaten en az 10 puan düşmüş olan erkek iki tür tavır sergiler. Ya kendini yağız erkek modunda her şeyi üstlenmeye, her şeyin ennnn güzelini, ennnn şıkını yapmaya adar… Ya da iki düşman cephe (gelin-kaynana) arasında, elinde beyaz bayrak, bir oraya bir buraya koşturur. Her iki durumda da hem IQ, hem zaman, hem de para kaybı kaçınılmazdır J

Debdebeli bir dönem sonrası, balayı ve cicim ayları süpppperdir J Aşk böcükleri şeklinde geçen balayı sonrası ara ara “ne iyi ettik de evlendik” nidaları savuran erkek, kısa bir süre sonra “Ehhh… Eğlendik, güldük… Artık normal hayatıma geri dönme zamanıdır” diye düşünürken bulur kendini. İş çıkışına 2 saat kala hanımdan gelen telefonla bu akşam da bir organizasyon kaçınılmazdır. Ne de çok akrabası vardır bu kadının!!! Geçen Cuma akşamı da Hüsmen Dayı’nın 156. kez dinlediği anlılarını aynı şevkle 157. kez dinleme çabaları sırasında birden “Alllaaahhh çok şükürrrr” şeklinde bir cümleyi de kendine pek yakıştıramamıştır doğrusu J

Sıkılmadınız di mi? Bunu okuyan erkekler! Eğer şu ana kadar yazdıklarımdan en az birini yaşamadıysanız ben bu blogu kapatırım J
Ama halen sonunu merak ediyorsanız bu senaryonun, sonraki yazıyı bekleyin. Daha çoooooookkkk şey var yaşanacak çooooookkkkk J




5 Ağustos 2011 Cuma

“Kıskanç” Mısın Yoksa “Gıcık” Mı?

Ah şekerim, hepimiz insanız neticede. Kıskanç mıyım??? Evet. Hem de kıskançlığın bin bir türünde kıskancım.

Komşunun Tavuğuna Hayran Olmak Kıskançlık Olmayabilir

Ne kadar da çok kaz var komşularımızda yahu!!! Hepsi de benim tavuğumdan daha güzel. Yanlış anlamayın aman ha… Kıskançlıktan farklı bi konsept bu. Kıskanmak meselesinde 2. bir şahıs vardır. Ayırt etmek için hemen konuyu çizerek anlatayım J

Kız neden mutsuz? O pabuçlar Ayşe’nin ayağında olduğu için mi? Yoksa o pabuçlar kendinde olmadığı için mi? Ayşe’nin de pabuçları olmasa mutsuz kız mutlu olucak mı? Eğer cevap ikincisi ise işte bu “kıskançlık”tır!!

7-8 yaşlarımdayım. Ennnnn yakın arkadaşımın doğum günü. Annelerimiz de arkadaş olunca, o gece evlerinde verilecek partiye de yatılı olarak katılma iznimi almışım. Almış mıyım????? Yok canım, nerden alıcam. Ben 70’lerin çocuğuyum. Yok öyle gece yatısına arkadaşına gitmek falan. Arkadaşımın annesi, anneme diller dökmüş, yeminler vermiş. X Teyze’nin önüne bir sözleşme metni koymadığı eksik annemin.

Neyse efendim. Ben o zamanlar bir evin bir kızı. Nam-ı diğer prenses!!! Giyindim, süslendim falan derken partideyim. Evde hiç tanımadığım bir sürü çocuk daha. Bir süsleme, bir hareket anlatamam. İlk nite-out’um da denebilir aslında. Ama bi dakika! O ana kadar her türlü olayın merkezinde olmuş bir peri, bir partide ve herkes başka biri için orada. Arkadaşım, doğum günü çocuğu. Bana orada dank etti birden: İlgi odağı ben değilim!!!

Gece ilerledi. İyicene tepeme kan çıkmaya başladı. Kat kat pasta geldi, mumları üflerken bana “Gel sen de üfle, bi dilek tut” diyen yok. Hediyeler verilmeye başladı. Allı pullu paketlerin biri gidiyor, biri geliyor. Hayır, benim hediyem ennn güzeli, ennn şıkı. Ama o kadar daraldım ki, vermiycem hediyeyi nerdeyse. Ama annem canımı okur eve gidince J

Tabii ki bir katakulli geldi aklıma hemen (taa bacak kadarken girdi benim hayatıma katakulli J). Birden arkadaşımın annesinin yanına gittim ve kadıncağızın kollarına kendimi bırakıverdim. Gözlerimi de yumdum. Nefes bile almıyorum. Hesapta bayıldım yani. Birden çığlığı kopardı canım X Teyze J Bir yandan etrafındakilerden kolonya istiyor, bir yandan da “Allahım emanet çocuk! Ben naparım bayıldıysa” falan diye çırpınıyor. İşte o an parti durdu! Dünya durdu! Yarabbi ne kadar mutluyum!!!!

3-5 saniye sonra, daha fazla havayı içinde tutamadı o küçücük ciğerlerim. Saldım nefesi.. Bi de kahkaha koyverdim J Akabinde de popoma terliği yedim tabii. Ama olsundu… Kıskanmıştım ve de bir köşeye geçip somurtmamıştım. İstediğimi almıştım J

Yani o ayakkabılar Ayşe’nin ayağında olduğu için mutsuz olmuştum ve 5 saniyeliğine de olsa o pabuçları ben giymiştim!


Üçüncü Kişi Sendromu

Hakikaten psikolojide böyle bir sendrom var mı bilemem ama bende var. Bir yerde üç kişi olmayı pek sevmiyorum. Dört olabilir, beş olabilir ama üç olmasa daha iyi.

Düşünsene 3 arkadaş bara gitmişsiniz, eller havaya hoppaaaa… Ennnn sevdiğin şarkı çalıyor. Artık ortamın da gazıyla bağıra çağıra, detonenin ennnn şahanesinden şarkıyı söylüyorsunuz. Neden bilmem bu eller havaya ortamlarında, karşınızdakinin gözlerinin içine baka baka böğürmek kaçınılmazdır; kendimden biliyorumJ İşte o anda olabilecek en kötü şey, diğer iki arkadaşın gözlerinin, senden önce birbirleriyle buluşmuş olmasıdır. Öyle bir elin havada kalakalırsın. Yok şeker, o an, yandaki bistroya doğru dönsen olmaz. Elin abazasına yok pahasına davet çıkarmanın anlamı yok şimdi. Sahneye doğru bir yan dönüşşşş… Yok! Aynı tadı vermiyor. Hoopp hadi bi daha dene yanındakileri. Bir anlık gaflette bulunup sana baksalar, ele geçireceksin göz kontağını ama… Değer mi bunca strese!!! Gitti caaanım şarkı işte.

3 kişinin olduğu yerde kıskançlık kaçınılmazdır. İleri seviye kıskançlık, gıcıklığa yol açar, bilesiniz J

Aşk Meşk Kıskançlıkları

Ben modern aşkların kadınıyım. Ama konu kıskançlığa gelince ağzını burnunu kırmak gelir içimden, o ayrı J

“Seven kıskanır” derler. Doğrudur. Erimi erkeğimi kıskanırım. Öyle herkeslerle gezsin, tatillere çıksın, akşam içsin içsin eve gelsin… Yok, bana uymaz. Hani, biz ergenliğe yeni girdiğimiz zamanlarda, annelerin herhangi bir şeye izin vermemesinin baş gerekçesi vardı: Ben sana güveniyorum da etrafa güvenmiyorum… Ben hem sana hem etrafa güvenmiyorum, kardeşim. Ne güvenicem yaaaaa!!!!........................... Diyorum diyorum da ben bunu hep içimden söylerim yıllardır.

Salon kadını çizgimden kaymıycam diye de hiiiççç belli etmem kıskandığımı. Ay, sen yıllarca üniversitelerde oku, o kadar post-modern ol ki feminizmi bile reddet. Ondan sonra da geç karşısına herifin “Kimdi o arayan?” diye sor. Cıkkkk!! Yakışmaz. Hem kendine güvensizliğin dik alası olur bu! Ben kendi kendini tüketenlerdenim.

Bir kerecik o telefonu elime alıp mesajlara bakmışlığım olmamıştır, kimden gelmiş, ne demiş diye. Bir kere, akıllı erkek bu haltı yiyecekse, zaten kılıfını da hazırlar. İtina ile silinmiştir çoktaaaan o aşna-fişne mesajları. İkincisi, dır dırla başının etini yersen adamın, bi numarası yoksa bile senden illallah gelip başka limanlara göz atmaya başlayacaktır. Hiiiçç gerek yok eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeye J Sal gitsin!!!

Ama şimdi siz söyleyin… Yıllarca göbeğini sala sala oraya buraya eşofmanla giden adam, markete giderken bile Calvin Klein gömleğini giyip, Hermes parfümü ile kendini yıkıyorsa kıskanırım arkadaşım. Kimden mi? Kendinden tabii ki!!! Neden şimdi? Ne gerek var ki yaa? Kendine bakmak, mutluluğun işaretidir. O kadar mutluysa bi sebebi olmalı. Hayır, marketteki kasiyer kızla aralarında bişey varsa bilemem ama… Ben bir şey yapmadıysam, durduk yere mutlu olması şüphe sebebidir. Benim sebep olmadığım her ne mutlu ettiyse onu, o bilmediğim sebebi kıskanırım işte! Hem o kadar da yakışıklı görünmesine gerek yok ki şimdi. Bu gibi durumlarda, en güzeli “Yaaa bu gömlek seni şişman gösterdi galiba” gibisinden şirin ve doğal (!) tepkiler vermektir. Bu arada “el çabukluğu marifet” cinsinden birkaç hızlı tavırla, o şık gömleği çıkarıp mümkünse pembe ve üzerinde Hawaii desenleri olan gömleği üzerine geçirivermek gerek. Anında kıyafet konusunu kapatıp “yoğurt, yumurta eksik” gibisinden bi muhabbetle onu kapı önüne itivermek de zamanla kazanılan bir maharet olabilir.

Peki, Ya Kıskanılmak?

İşte kıskanılmak, dünyanın ennnn güzel şeylerinden biri bence. Her anlamda hem de. En güzel pabuçlar bende olsun. İlgi odağı ben olayım. Bende olan, kimsede olmasın. Kimsenin yapamadığı çılgınlıkları ben yapayım. Ohhhhh.. Biliyorum çok egoistçe geliyor böyle açık açık söyleyince; ama bi düşün bakalım, sen de içten içe böyle düşünmüyor musun aslında kimi zaman?

Partnerim de kıskansın beni. İçi içini yesin. Deli olsun, aşkımdan ve de kıskançlığından divaneye dönsün… Ama bi dakika! Engellemeye falan kalkmasın beni. Şekerim hangi devirde yaşıyoruz. Hem o yemek yediğim adam, benim çok yakın arkadaşım. Bi art niyeti olsa ben anlarımJ Akşamları kızlarla iki nite-out da yapamayacaksam, öleyim bari!!!

Gıcık Olma da

Kıskanmak da kıskanılmak da güzel şey. Önemli olan, kıskançlık sonucu çekilmez olmaktan kaçınmak. İçin içini yesin ama belli etme. Ne arkadaşına, ne sevgiline, ne de bir başkasına… Kıskanmak pasif bir olgudur. Aktif hale dönüşünce gıcık olursun ve “gıcık”lık kıskanılmayan bi şeydir.


1 Ağustos 2011 Pazartesi

Başlarken…

Facebook, Twitter vs derken gelinmiş bir noktadır blog işi… Yazmakla bitmeyen ve sınırlandırılmış karakter limitlerine sığmayan bir hayat varken herkesin cebinde, neden yazmayalım ki?

Konuşurken herkesin dertlerini anlayabiliyorsam, ben yazarken de okuyanlar beni anlayabilir belki... Hem eğlenceli de biri sayılabilirim bazen.

Yaşamı ortalama 70 yıl sayarsak, yaş ve enerji eğrisinin tepe noktasına çok ama çok yaklaşmış biriyim. Herkesle bir çok ortak noktam var ve hiç kimseye benzemeyen düşüncelerim…

Öyle kendimi sanat, müzik, spor, seyahat gibi katagorize yazılar yazarken de düşünemiyorum doğrusu. Herkes gibi her şeyi yapmak istiyorum. Bir sürü kararlar alıyorum ve herkes gibi yaklaşık % 70’inden vazgeçiyorum. Eee, tabi biraz da İkizler burcunun maymun iştahlılığı ile birleşince ortaya karışık, yanar-döner yazılar bekleyin benden J

Kim bilir… Belki de hiçbirini yapmadan bu blog işini de başka bir şey ile ikame ediveririm…