4 Ekim 2011 Salı

Helenik Dünyada Bir Türk Kızı

Aklım çıkıyordu. Tek başına tatil için gidilecek bir ülke miydi acaba Yunanistan? Hem de bir Türk için??? Hem de bir bayan için??? Yaktım gemileri, çıktım yola… İyi ki de gitmişim. Ege’nin öte kıyısı, bana ne kadar da yakın, ne kadar da bendenmiş!!! Çıkılan her yolculuk, neyi özlediğini, neyi istemediğini gösterir adama. Neler neler gördüm orda J

Öncelikle, çok ilginçtir ki, iki ülkenin başkentleri arasında direkt uçuş yok. THY seferleri İstanbul; Pegasus seferleri ise İzmir çıkışlı. Ben İzmir’i tercih ettim. Allahım Ege’de ne kadar çok ada varmış!!! Ve hepsi de uçaktan bakınca, dergilerdeki fotoğraflar gibi turkuaz kıyılı adalar. Yaklaşık 50 dakikalık bir uçuştan sonra Elevtherios Venizelos Havalimanı’na varılıyor. Hem İzmir hem de Atina’nın en büyük avantajı, Avrupa şehirleri gibi her ikisinde de metronun havaalanlarının içine kadar gitmesi. Süper kolaylık!!!


Atina Sokakları…
"Ekmek Kadayıfı Kaymaklı" ve
"Şekerpare"nin Yunan alfabesi ile yazılışı

Atina sokaklarında gezerken, kendimi İzmir’de geziyor gibi hissettim. Şehrin semtleri, Plaka, Psiri, Kolonaki, Omonia vs yer yer İstanbul, yer yer de İzmir tadında – ki her ikisine de aşığım J Sokakta ilk gördüğüm, her yerde oynatılan Karagöz-Hacivat (onlarda bir de Baba Yorgo var). Hem oynatıyorlar hem de satışını yapıyorlar gölge karakterlerin. Dakika bir gol bir!!! “Ne oluyo yaaa!!” dedim birden. “Tamam bu tatil, Yunan arkadaşımla “yok dolma sizin, yok baklava bizim…”” kavgalarıyla geçecek.” L


Ardından sokak simitçileri dikkatimi çekti. Bayaaa bayaaa bizdeki gibi açıkta simit satıyor adamlar. Nerde hijyen?? Nerde AB Sağlık Kurulu?? Amaaaa… Bir şey var kiiiii ilk günden beni benden aldı. Atina’da suya para vermiyorsunuz!!! Restoranın lükslüğüne göre, şişede ya da sürahide buzla su getiriyorlar; ama, şişede bile olsa hesaba yazmıyorlar. Arkadaşıma sordum, “Suya para verilmez bizde.” dedi. Doğal kaynakmış. Tabii bizim ülkemizde 2 hidrojenle 1 oksijeni laboratuarda birleştirdiğimizden, işçilik parası alıyoruz. Yoksa bizde de su bol olsa, her taşın altından bir pınar çıksa veya ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili olsa biz de para almazdık J J J

Ben ki, evde yaptığım frappelerle herkesin gönlünü fethetmiş bir kişiyim… Benim de kalbim bir frappe ile fethedilebilirmiş ilk dakikadan itibaren!!! 4 günde kaç frappe içtim? Hatırlamıyorum, 1-2 kova içmişimdir J Türkiye Cafeciler Federasyonu’na sesleniyorum buradan (tabii ki böyle bir federasyon yok J) Kaldırın menülerden frappeleri. Yaptığınız frappe değil soğuk kahve… Bi kere frappe siparişini verirken az şekerli, orta şekerli vs dışında süt ayarını da bildirmeniz gerekiyor. Benim favorim orta şekerli – orta sütlü. Zaten yabancı olduğunuzu anlayınca, yanında ilave süt de getiriyorlar. Ama anladığım kadarıyla frappeyi farklı kılan keçi sütü. Yaşasın keçiler!!!  
   
Tavsiyem, otelinizin Syntagma Meydanı’na yakın bir yerde olması. Çünkü şehirde gezilecek her şey, her yer Syntagma’ya yürüme mesafesinde. Zaten Parlamento Binası ve Meçhul Asker Anıtı da Syntagma Meydanı’nda. Zeus Tapınağı’na ve antik Atina şehrinin giriş kapısı olan Adrianos Kapısı’na çok yakın bir mesafede. Hemen az bir yürüyüşle Zappeion’a uğramak lazım; demokrasinin ilk merkezi. Aristo’nun, halkın sesi olduğu halk meclisi binası Zappeion. Halen, Yunan politikacıları önemli açıklamalarını, basın toplantılarını mutlaka Zappeion’da yapıyorlarmış. Az ileride Panathenaic Stadyumu, 1896 yılında, modern anlamda ilk olimpik oyunların düzenlendiği stadyum.

Ama şehrin büyük sıkıntılarından biri de akın akın gelen kaçak göçmenler. Meydanlarda buzuki ve baglama (bağlama değil, baglama… küçücük bir telli saz) çalan ve acayip güzel şarkılar söyleyenler de göçmenler… Ulusal Park’taki göldeki ördekleri pişirip yiyenler de göçmenler… Açık hava bir mekanda yemek yemeye ya da bişeyler içmeye oturduğunuzda, gelip dilenen göçmenlerden kendinizi alabilirseniz, süper ambiyans var her yerde…

Ama Akropolis apayrı bir şey… Şehrin tam göbeğinde bir tepede, tüm heybetiyle yükseliyor. Zaten “akro” “en üst, uç nokta”, “polis” de “şehir” demekmiş. Gün batımı ayrı güzel, gün doğumu ayrı güzel… Hele bir de gece çöküp de ışıklarını yaktı mı… Tanrıça tacı gibi duruyor Atina’nın saçlarında…

Ama Akropolis, yaklaşık 10-15 yıldır (belki de daha fazla) tadilatta. Akropolis’i geriden seyrederken pek fark etmiyorsunuz; ama, yakınlaştıkça demir iskeletler, tahtalar, ortaya yığılmış taşlar, kirli bir görüntü veriyor. Ama olsun… Şimdi estetik operasyon geçiriyor Akropoliscim. Güzellik operasyonuna almış onu doktorlar. İyi olucak yakında. (Atinalılara göre bir 10 senesi daha var bu rekonstrüksyonun L )


Sirtaki Zamanı…

Plaka
Eeee… Atina’lara kadar gidilir de sirtaki yapmadan gelinir mi? Tabii ki uzonun dibine vurulacak ve de tüm kurtlar dökülecek J Amannnn!!! Atina’da dikkat etmek gerekiyor. Tavernalar merkezi Plaka. Plaka sokaklarında gezerken, kapısında çığırtkan böğüren tavernalara itibar etmemek lazım. Hemen hepsi birer turistik facia. Yunan arkadaşım sayesinde merdivenli bir sokaktan çıkarak, gerçek bir Yunan tavernasına gittik. Akropolis’in eteklerinde, muhteşem teraslarda, onlarca taverna var burada.

Zaten tavernaya 23.00’ten sonra gidip sabah 05.00 civarında çıkıyor yerli halk. Yaş ortalaması 40-45 civarı. Benim Türk olduğumu, ben sirtaki yaparken her nasıl anladılarsa, jest yaptılar. “Argile” diye bir şarkıyı benim için söyledi şarkıcı (bizim Yedikule Zindanı şarkısı) ve beni sahneye davet etti. Kendimi bi tuhaf hissettim J Arkadaşımın da bana eşlik etmesini istedim. Ama yaşlı bir bey onu durdu, Yunanca bişeyler söyledi. Sonradan arkadaşım bana anlattı.


Meğer adam, arkadaşıma, “Bak… O, bizim geleneklerimizi bilmiyor ama sen biliyorsun. Bu, onun şarkısı, onun dansı… Lütfen saygı göster ve sahneyi ona bırak.” demiş. Gece boyu, buna benzer bir sürü gelenek öğrendim. Yaşları 20 civarı olan gençler, saygılarından dolayı sirtaki yapmaya kalkmıyorlardı. Nedenini sorduğumda “Onlar daha genç… 3-5 sene sonra ancak gerçekten eğlenme adabını öğrenirler ve o zaman sirtaki yaparlar…” dedi arkadaşım. Adap, gelenek, görenek… Nasıl da güzel şeylerdi… O gece tekrar hatırladım…


İki kişi yaklaşık – bizim deyimimizle – bir büyük devirdikten sonra, midemizde Bekri Meze (Sarhoş Yemeği), Kefaloutiri Saganaki (Kızarmış Tulum Peyniri), Tavuk Souvlaki (Tavuk Şiş), Thzaziki (Cacık) gibi bir sürü mutfak harikası ile sabaha karşı ayrıldık tavernadan.

Öte Ege Kıyıları…

Veee… Ege’nin öte kıyısında deniz suyu sıcaklığına da bakıldı tabii… Pire (yani Piraeus), Ege kıyısında bir şehir. Öncelikle güzzzelll bi kahvaltı sonrası denize girildi tabii ki. Bu arada, Yunanistan’da kahvaltıya verilen para, mükellef bir akşam yemeği tutarında. Neden bilmem ama kahvaltı cidden pahalı. Zaten Avrupa’nın herhangi bir noktasında bizim gibi zeytinle, peynirle, domatesle kahvaltı edilen başka bi ülke de görmemiştim J

Kahvaltı sonrası, yandaki kilisedeki kalabalığı görünce, daldık içeri... Çok şanslıydım ki bir “ad verme” törenine denk geldim. Ortodoks kiliseleri, Katolik kiliselerine kıyasla daha mütevazi… Yani, mimari adına pek bir sanat aşkı olduğu söylenemez. Bildiğimiz taş duvar içine, halim selim ibadethane yapıyorlar. Ad verme törenine gelince…

Bunlar bebek doğunca, 6 aylık olana kadar bebeğe “bebek” diyorlar J Ondan sonra, bizdeki kirveliğe benzeyen bir müessese giriyor işin içine… Bebeğin ebeveynlerinin çok yakın bir arkadaşı, bebeğe ad verdikten sonra artıkın bebeğe Yorgo, Sofie vs afili bi isim veriyorlar. Bir de çok ilginç bi şey öğrendim… Bir yetişkin, hayatında ilk kez bir erkek bebeğe ad verdiyse, ömrünün geri kalanında hep erkek bebeklere ad verebilir. Yani, bi kere kız bebeğe isim koyan da ondan sonra sadece kızlara ad verebiliyor… Sebebi de ad babası, artık o bebeğin “baba”sı sayılıyor… Dolayısıyla tüm ad verdiği bebekler de “kardeş” sayılıyor. Günün birinde ad babaları aynı kişi olan insanlar evlenmeye kalkarlarsa, kardeşler evlenemeyeceğinden, bu şekilde bir kural koymuşlar. Ad verme töreninde bebek, vaftiz de ediliyor. Sonra bizdeki nikah törenleri gibi kapıda şeker dağıtıyorlar. Ondan sonra da gelsin yemekler… gelsin uzolar… gelsin sirtakiler… Hopppaaa!!!

Ad verme törenine korsan katılışımızdan sonra, artık deniz suyunun tuzuna bakma zamanı geldi J Kavouri Plajı’na gidildi. Kıyıdaki onlarca adacık arasında yüzüldü, serinlendi. Adadan adaya yüzmek pek de bi zevkliymiş. Zaten açılıyosun… açılıyosun… Tam boyu geçecekken hadi hooooppp bi daha sığlaşıyor su… Neden??? Çünkü, artık öteki adanın kıyılarına vardın. Su güzel, plaj güzel… Aynı bizdeki gibi. Hatta sahildeki haşlanmış mısır satanından, korsan CD satanına kadar aynı J Bizde olmayan bi şey gördüm orda: Uzakdoğu’dan her nasılsa kaçak gelmiş ablalar, sahilde 8-10 €’ya masaj yapıyorlar. Bildiğin seyyar masözler var yani. Ama şimdi gaza gelip de mistik görüntüler hayal etmeyin… Bikinisi göbeğinin katları arasında kaybolmuş, yağ tulumu teyzeler, şezlong üzerinde mıncıklatıyorlar kendilerini o kızlara… Resmen çekik gözlü hemcinslerim açısından insan hakları ihlali J

Atina’ya dönüş yolunda Olympiakos futbol takımının stadyumunu da gördüm. Ama bunun hikayesini anlatmadan geçemiycem… Malumunuz Olympiakos ve Panathinaikos, bizdeki Fener ve Cimbom rekabeti tadında (hatta daha da feci) iki düşman takım… Arkadaşımın anlattığına göre Olympiakos Stadı’nda her bir takımın taraftarları için ayrılmış bir kapı var. Atıyorum, AEK Athens taraftarları Kapı 3’ten giriyor, Aris taraftarları Kapı 22’den… Panathinaikos taraftarları için ayrılmış kapı da Kapı 13. Ama stadyumdaki kapılar, sırasıyla 1’den başlıyor ve devam ediyor: 8, 9, 10, 11, 12 ve 14... Yani kağıt üzerinde, 13 numaralı kapı Panathinaikos taraftarlarına ayrılmış; ama, stadyumda öyle bir kapı yok J Aynı şeyi Panathinaikos Stadyumu’nda da Olympiakoslular için yapmışlar tabii ki… Ben arkadaşımdan ötürü artık bir “gavrina”yım. Yani bayan Olympiakos taraftarı… Ah bir de Türkiye’de maç seyrediyor olsam içim yanmıycak J

Samos Adası…

Atina’sı Pire’si derken, bir küçük kaçamak da Samos (Sisam) Adası’na… Taaa Atinalara kadar gidemem diyenlere hemen bir tavsiye: Kuşadası’ndan, sabah 09.30 gemisiyle, 1,5 saatlik bir yolculukla Samos Adası’na geçebilirsiniz. 40 €’luk bir gidiş-dönüş bileti, 15 TL’lık yurtdışı çıkış harcıyla hoooppp Yunanistan’dasınız!!! Tabii yeşil pasaportu olanlar yaşadı. Çünkü günübirlik olsa bile lacivert pasaporta vize istiyorlar.

Samos, büyük bir ada. En büyük şehri Vathi. Ama ben Pythagorio’yu tavsiye ederim. Vathi’nin şehir meydanından kalkan halk otobüsleriyle, kişi başı 1.70 € karşılığında, 20 dakikalık bir yolculukla, ünlü matematikçi Pisagor’un doğduğu şehre gidilmeli. Öğlen yemeği için tavsiyem, El Coral. Marina tarafında denizin hemen kıyısındaki restoranlardan biri. Sahibi Nikos, inanılmaz cana yakın ve cömert... Tabii artık daha fazla yemeklerinin güzelliğinden falan bahsederek içinizi baymıycam J

Ama Pythagorio’ya gittiğinizde, kendinize bir tane Pisagor’un icat ettiği “Kendini Bil” kadehinden almayı ihmal etmeyin.

Döndüğümden beri helenik kültürün etkisindeyim.... Benim kankalar, tiksindiler artık Yunan şarkılarımdan… Uzoya boğdum kendimi… Yolda yürürken bile sirtaki adımlarıyla yürüyorum… Eeeee, artık Yunan hükümeti de bana bi kıyak yapar herhalde… Ne bileyim artık… Bi şehrin altın anahtarı olsa fena olmaz yaaaaniiii J



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder